Truman Doktrini ve Türk Savunma Sanayiine Etkileri

Roketsan-ATMACA-Banner

Truman Doktrini ve Türk Savunma Sanayiinin Şahlanışına Karşı Etkileri

Türkiye’nin bugün içerisinde bulunduğu siyasi, askerî ve ekonomik tablonun çizilmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasında Truman doktrini ile başlamıştır. Türkiye’ye savaş sonrasında Truman Doktrini adıyla anılan bir askeri yardım portföyü sunulmuştur. Türkiye’nin savunma gücünü arttırmaya yönelik tasarlanan bu yardım, sadece ABD’nin İkinci Dünya Savaşı esnasında kullandığı savaş malzemelerinin Türkiye’ye bir transferi değildir. Bu yardım, Atatürk’ün ekonomik bağımsızlık anlayışından bir kopmanın, Türkiye’de çok uzun yıllar sürecek ve bağımlılığa yol açacak bir anlayışın ve değişimin başlangıcı olmuştur.

STM Banner

Türkiye yıllarca savunma ihtiyacını milli savunma kaynaklarından karşılanmak yerine dış kaynaklı askeri yardımlar, açılan krediler ve hibeler aracılığıyla karşılama yoluna gitmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de savunmada yerli sanayi teşvik edilmeye çalışılsa bile daha önce uygulanan iç ve dış politikalardan dolayı savunma sanayinin istenilen ölçüde gelişim gösteremediği belirtilmektedir.

Türkiye’de savunma sanayii çalışmalarının, ilk önce Makina ve Kimya Endüstrisi’nin kurulması ile başladığı ve ardından 1975 yılında Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’nın ve Askeri Elektronik Sanayi’nin (ASELSAN) kurulmasıyla devam ettiği söylenebilir. Bunun ardından 1985’te Savunma Sanayi Müsteşarlığı kurulmuştur. Savunma sanayi politikalarının bilim ve teknoloji ile birlikte söz edilmesi 90’lı yıllarda ortaya çıkmaktadır. 2000’li yıllara gelindiğinde ise TÜBİTAK (Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu) Vizyon 2023 çalışmasında savunma sanayi ve Ar-Ge’nin öneminin arttığı görülmektedir.

Türkiye, II. Dünya Savaşı’na katılmamış ve tarafsızlığını korumuştu. Ancak bu politik başarının bedeli, savaşın ardından uluslararası arenada Türkiye’nin yalnız kalması şeklinde ortaya çıkmıştı. İki kutuplu dünyanın oluşmaya başladığı bu dönemde Türkiye, Sovyet Rusya’nın baskılarına maruz kalmıştır. Bu baskılar nedeniyle iki yıl boyunca Türkiye’de politik ve iktisadi alanlarda oldukça zor şartlar hüküm sürmüştür. Sovyet Rusya’nın baskılarına karşı, 1947 yılında Truman Doktrini ile birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir sayfa açılmış, iki devlet arasında bir iş birliği süreci başlamıştır.

M113 Kıbrıs
M113 ZMA

İkinci Dünya Savaşında savaşan taraflar arasında tarafsız kalan Türkiye, savaş bittikten hemen sonra tarafını seçerek Batı bloku içinde yer almıştır. Bu seçimin en önemli iki sebebi Batılılaşma süreci ve Sovyet askeri tehdididir. Batı, Türkiye’yi gelişmiş medeniyetiyle cezbederken, Sovyet bloku toprak ve boğazlar üzerindeki hakimiyet talebiyle Türk devletini Batıya doğru itmiştir. 1947’ten itibaren Batı blokunun temsilcisi olan ABD’ye yanaşan Türkiye, silah ihtiyacını sadece bu ülkeden temin etmeye başlamıştır. Askeri teçhizat ya hibe yoluyla ya da satın alınarak tedarik edilmiştir.

Ancak sadece Amerika’ya bağımlı olmak büyük sorunlara neden olmuştur. Türkiye silahların yedek parçalarını satın almak için ABD’den borç almak zorunda kalmış ve döviz stoklarını eritmeye başlamıştır. Diğer yandan silah almak için ABD’den alınan kredilerin faizleri bazı dönemlerde anaparayı geçmiştir. Bunun dışında, o dönem filizlenme aşamasında olan yerli silah sanayisi hibe verilen Amerikan silahları yüzünden yok olmuştur. İkincisi, Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı ve terörle mücadele gibi önemli hadiselerde Amerikan ambargosuna maruz kalmış ve büyük zorluklar çekmiştir. Çünkü silahların nerdeyse tamamının ABD menşeli olması ve kullanımlarının belli şartlar dahilinde olması Türkiye’yi zorda bırakmıştır. Ancak ambargolar aynı zamanda Türk devletini kendi yerli silah sanayisini kurmaya sevk etmiş ve 1975’te Aselsan’ın kurulmasıyla birlikte başlayan yerlileşme süreci 2020’de yerlilik oranının %75’e çıkmasıyla neticelenmiştir.

İki ülkeyi bir araya getiren en önemli nedense ortak düşmana karşı ortak hareket etmekti. Bu yüzden iki ülke arasındaki ilişkilerin mahiyeti askeriydi. Öyle ki yakın tehdit Sovyet Birliği olmasa belki de ilişkiler bu kadar yakın olmayacaktı. Diğer bir deyişle Türk-Amerikan ilişkileri ideolojik, ekonomik veyahut başka kavramların ve ideallerin üzerine değil; tamamen maddiyatçı, varoluşsal ve duygusal olmayan askeri temellere dayanıyordu. Bu durum en azından ABD için böyleydi. Türkiye ise Batıcılık idealleri gereği Amerika’ya ve diğer Batılı ülkelere yanaşıyordu. İlişkilerin askeri temelli olması Türkiye bağlamında askeri yardım anlamına geliyordu.

RF-4

Amerikan devletinin Türkiye’ye yaptığı ilk askeri yardım dolaylı olup İngiltere üzerinden yapılmıştır. ABD, 1941 yılında çıkardığı “Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu (Lend–Lease Bill)” gereğince Almanya karşısında savaşan ülkelere silah yardımında bulundu. Bu bağlamda İngiltere’ye 7 milyar dolarlık bir yardım yapılmış olup bunun 95 milyon doları Türkiye’ye verilmiştir.

Truman Doktrini olarak anılan çağrıdan sonra Yunanistan’a 300 milyon dolar, Türkiye’ye ise 100 milyon dolarlık askeri yardım yapılmıştır. Söz konusu miktarın 48.5 milyon doları Kara Kuvvetlerine, 26.75 milyon doları Hava Kuvvetlerine, 14.75 milyon doları Deniz Kuvvetlerine, 5 milyon doları mühimmat takviyesine ve 5 milyon doları otoyolların geliştirilmesine tahsis edilmiştir.

Askeri yardımlar neticesinde Türk ordusu Amerika’dan çok sayıda silah satın almıştır. Ancak Türkiye, hibe olarak alınan silahların yedek parçalarını temin etmek için her yıl 145 milyon dolar tahsis etmek durumunda kalıyordu.

ABD’nin yaptığı askeri yardımlar, Soğuk Savaş dönemi boyunca devam etti. Ancak Kıbrıs’ta Rumların Türkleri dışlayıcı politikaları ve yaptığı katliamlar, ilişkilerin seyrini değiştirdi.

Ne var ki Türkiye’de kendi soydaşlarının katledilmesine razı olamazdı. Sonunda Türk ordusu Amerika’nın karşı gelmesine rağmen Kıbrıs’a müdahalede bulundu. Fakat Türk ordusunun kullandığı silahların %90’ından fazlası Amerikan menşeli idi. Müdahalenin Amerika’nın rızası olmadan Amerikan malı silahlarla olması, müdahale sonrası uygulanan ambargonun ana sebeplerindendi. Dahası, harekattan sonra Türk Hava Kuvvetlerine ait uçakların yarısı yedek parça eksikliği nedeniyle kullanılamaz hale geldi. Türkiye geçici olarak Almanya ve İtalya’dan silah almaya çalıştı. Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nden de silah aldığı iddiaları da ortaya atıldı ve fakat doğrulanmadı. Harekattan sonra, 5 Şubat 1975’te Amerikan silah ambargosu başlamıştır. Ambargoyla birlikte o yıl için Türkiye’ye yapılması planlanan 185 milyon dolarlık askeri yardım da engellenmiş oldu.

1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrası ülkemize uygulanan silah ambargosu üzerine savunma sanayiinin geliştirilmesi için yeni bir girişim başlatıldı. Önce “askeri vakıflar” daha sonra da “Devlet” değişik uygulamalarla yeni şirketler kurdular veya kurulmasını desteklediler. Ancak bu girişimler belirlenmiş herhangi bir politika veya stratejiye dayanmıyordu. Aselsan, Havelsan, İşbir, Aspilsan bu dönemde kurulan askeri vakıf şirketleridir.

Yerli savunma sanayiini geliştirme konusundaki Devlet girişimi ise askeri vakıf girişimlerinden daha sonra MSB’ye bağlı olarak kurulan Savunma Sanayiini Destekleme İdaresi tarafından başlatılmıştır. Aynı zamanda oluşturulan Savunma Sanayiini Destekleme Fonu’nu kullanan bu kuruluş daha sonra Savunma Sanayii Müsteşarlığı’na (SSM) dönüştürülmüştür.

Amerika’nın Soğuk Savaşın başlangıcından 1975’teki ambargoya kadar Türkiye yaptığı toplam yardım 5.63 milyar dolarken, bunun 3 milyar doları askeri yardımdı.

Ambargo nihayet 1978’de kaldırıldı ve 1980’de iki ülke arasında yardımlara dayanak olacak Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalandı. Anlaşmaya dayalı ilk yardım paketi 703 milyon dolardı ve bunun 400 milyon doları askeri malzeme satışı için ayrılmıştı.

Amerikan askeri yardımları 1980’ler ve 1990’larda da devam etti. Yıllara göre dağılım şöyle:

ABD Askeri Yardımları

1980’lerde Özal’ın iktidarda olmasının da etkisiyle bazı silahların Türkiye’de üretilmesi için çalışmalar başlatıldı ve sonuç olarak Lockheed Martin ile F-16 üretimi, İngiliz BAE Systems ile zırhlı araç üretimi konusunda anlaşmaya varıldı ve Türkiye’de fabrikalar kuruldu. Bu arada silah alımları devam etti. Fakat Türkiye Kürt meselesi ve insan hakları ihlalleri gibi bahanelerle sınırlı ambargolara maruz kaldı. Örneğin PKK ile mücadelenin en şiddetli olduğu 1990’lı yıllarda talep edilen taarruz helikopterleri 2001’de teslim edildiler. Ayrıca askeri yardımlardaki azalmalar Türkiye’yi çok kızdırıyordu. Öyle ki 1994’te verilmesi planlanan 453 milyon dolarlık yardımdan %10 kesintiye gidilmesi Türkiye’nin tepkisini çekmiş ve yardım iade edilmiştir.

f-16

Kıbrıs Harekatı ve terörle mücadele bizzat gösterdi ki bu tür bir bağımlılık varoluşsal sonuçlar doğurabiliyor. Türkiye, İkinci Dünya Savaşının bitimiyle birlikte Batı kampına girmeye karar vermiştir. Ancak Batı ile askeri (ve dahi siyasi ve ekonomik) ilişkilerini gelecekteki sorunları ve ihtiyaçları da öngören bir anlayış üzerine bina etmedi. Örneğin Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte filizlenen uçak üretimi ABD’den gelen hibe uçaklar yüzünden yok edilmiştir. Belki o günlerde yerli firmadan da olsa ücreti mukabilinde silah satın almak bütçeye ek yük demekti. Ancak bu tür politikaların uzun vadede zararlı olabileceğini maalesef akıl ederek değil tecrübe ederek anlamıştır. Bu yüzden Türkiye’nin yerli savunma sanayisi, uzun bir süre gelişememiştir.

Bir ülkenin savunma gücü; ulusal silahlı kuvvetleri ve bu kuvveti destekleyen güçlü bir savunma sanayiinin varlığına bağlıdır. Savunma sanayiinin gücü ise ülkelerin teknolojik düzeyi ile doğru orantılıdır. O halde amacımız ülkemizin teknolojik düzeyini yükseltmek olmalıdır.

Türk savunma sanayiinin en başarılı dönemlerinden birini yaşadığı bu zaman diliminde de birçok ülkenin ambargosuna maruz kalması, tesadüf değildir…

Kaynakça: [1], [2]


Yazar: Hakan A.   |   Kaynak: SavunmaSanayiST.com

  Sarsılmaz

2 Yorum

  1. Hakan A’ya teşekkürler. Elbet olabildiğince yerli ve milli olmalı savunmamız. Bu korkunç miktarlar yutan bir sanayi yatırımı gerektiriyor. Biz son zamanda yaptıklarımızla öğünürken,diğerleri de boş durmuyor. Sanırım hatırlatmakta fayda var, biz bu yarışa çok çok geç başladık. İkinci savaştan sonra
    artık ihtiyaç duymadıkları askeri malzemeyi hibe ettiler. O zaman da ekonomik durumumuz kötüydü.
    Bunları beleşe veriyorlar diye mecburen aldık. Demirağ’ın Hürkuş’un çabaları da yallah çöpe. Bunları daha da geliştirip kendi uçak sanayimizi kurmanın öneminde ısrar edenlere zamanın Hava Kuvvetleri
    Komutanı’nın ( ki vatanseverliğinden kimse şüphe etmez) verdiği cevap kulaklarımıza küpe olmalı :
    ” Amerika bunları bize bedavaya veriyor. Bedavası dururken, bu tırışka uçaklara para verirsek, bu millet bizi asar!!” Öyleden böyle oluyor sonunda. Şükür ki aklımız başımıza geldi galiba.

  2. Hakan Bey, öncelikle güzel makaleniz için teşekkür ediyorum. Bir solukta, sıkılmadan, keyifle okudum. Yalnız haddim olmayarak küçük bir hatanız konusunda uyarmak isterim: 1986 yılında F-16’lar TAI tarafından üretilmeye başlandığında f-16’ların üreticisi Lockehhed-Martin değil, General Dynamics’ti. Düzletirseniz güzel olur.
    Saygılarımla.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu